VİZUALİZASYONUN (HAYALİNDE CANLANDIRMANIN) GÜCÜ


Dünyayı değiştirebilirsiniz. Bu çok kolaydır. Nasıl mı? Bu videoda, bilim adamı Gregg Braden, çekim yasasının nasıl çalıştığını açıklıyor. Bizi çevreleyen bir alan var; hepimizin katıldığı, kolektif bilinç. Bu kolektif bilinç, bizim gerçekliğimizi yaratır. DNA’larımız yoluyla, bizim tarafımızdan, düşüncelerimizin ve kalbimizin gücünü kullanarak bu alan etkilenebilir.
Bu yasayı bireysel olarak kullanabileceğimiz gibi, yaşadığımız dünyayı değiştirmek amacıyla, kolektif olarak da kullanabiliriz. Daha büyük bir grup/bir amaç için (örneğin barış için) kesin bir etkiye ulaşmak üzere kaç katılımcıya gerek olduğu konusunda bir formül dahi vardır. Bu bilimsel olarak deneyler yoluyla kanıtlanmıştır. Tüm dünya nüfusunu değiştirebilmek için yalnızca 8000 katılımcı yeterlidir.
Canlandırmanın gücü biz insanoğluna Tanrı tarafından kaderimizi kendi elimize almak ve güçsüzce seyirci olmamak için verilmiş bir hediyedir. Öyleyse minnetle bu büyük armağanı kabul edip kullanalım.

Gregg Braden’in görüntüleri youtube’da da bulabileceğiniz “Mucizeler Bilimi” ("The Science of Miracles") isimli videosundan alınmıştır.



Videonun metni:
Gregg Braden

Gregg Braden



"1887’den 1990’ların başına dek bütün batı bilimi, “bir yerde olan olay, bir başka yerde olan herhangi bir şey üzerinde kesinlikle herhangi bir etkiye sahip değildir” temeline dayanıyordu. Artık kesinlikle biliyoruz ki, bu yanlıştır.

Şimdi sizlerle, batı fiziğinin kuruluşunu alt üst eden 3 deneyi paylaşmak istiyorum.

İlki Rus Fizikçi Vladimir Poponin, tarafından 1990’ların başında gerçekleştirildi. Kendisi, bu deneyler serisini tamamlamak üzere Amerika’ya geldi. Poponin; insan DNA’sı ile dünyamızın yapıldığı madde arasındaki ilişkiyi araştırmak istiyordu. Foton dediğimiz küçük enerji paketlerini isterseniz küçük ışık partikülleri gibi de düşünebilirsiniz.

Deney, bir cam tüpün içindeki tüm havanın çekilerek bugün vakum dediğimiz boşluğun yaratılmasını ve tüpün içerisinde geriye hiçbir şeyin kalmadığını göstermeyi içeriyordu. Buna rağmen, tüpün içinde yine de bir şey kaldığını biliyoruz. İşte bunlar, yukarıda bahsettiğimiz ışık partikülleridir. Poponin, partiküllerdeki dengesizliği gözlemek için onları ölçtü. Partiküller, tüpün içerisinde her yere uçuşmuşlar mıydı yoksa dipte yoğunlaşmışlar mıydı? Ne olmuştu? Deneyin bu bölümünün sonucu şaşırtıcı değildi. Çünkü küçük ışık parçacıkları (yani fotonlar) tamamen rastgele dağılmışlardı ve bu beklenen durumdu. Deneyin sonraki bölümü giderek ilginçleşti. Tüpün içine insan DNA’sı yerleştirildi. Fotonları yeniden ölçtüklerinde insan DNA’sının fotonların hizalanmasına sebep olduğu görüldü. DNA, dünyamızın yapıldığı madde üzerinde direkt bir etki gösteriyordu !

Bu aslında kadim spritüel geleneklerin söyledikleri şeyin tam olarak aynısıydı. İçimizdeki bir şeyin etrafımızdaki dünya üzerinde etkisi vardı.

İkinci deney büyüleyici bir deneydi. Bu, askeri bir deneydi. Yaptıkları şey; biraz insan DNA’sı almaktı, gönüllü bir donörün ağzının içinden bir parça doku kazımak. Bu DNA’yı, DNA’nın bir binanın içinde bulunan bir odadaki etkilerini, DNA’nın alındığı donör, aynı binanın bir başka odasındayken ölçebilen bir aygıtın içine yerleştirdiler.

Sonra şunu yaptılar; Gönüllüyü “duygusal uyarılma” olarak adlandırdıkları, neşe, üzüntü, korku, öfke ya da hiddetlenme gibi duygulara hakiki duygusal tepkiler oluşturduğu bir deneye tabii tuttular. Ve bu esnada DNA’nın donörün duyguları üzerinde bir etkisi olup olmadığını görmek için DNA’yı ölçtüler. Neden etkilesindi ki? Günümüz batı fiziğine göre DNA ile donör arasında kesinlikle hiçbir bağlantı yoktu. Öte yandan bu deneyi yaparken buldukları şey, bunun tam aksini söylüyordu. Deneyden çıkan sonuca göre; donör bir odada duygusal iniş ve çıkışlar yaşarken diğer odadaki DNA da tam olarak aynı anda duygusal iniş ve çıkışlar yaşıyordu.




Üçüncü deney yine 90’ların başında, HeartMath Enstitüsü tarafından gerçekleştirildi. Kuzey Kaliforniya’da bulunan öncü araştırma kuruluşu, kalbin, kanın vücudumuzda dolaşmasını sağlayan basit bir pompadan çok daha fazla bir şey olduğunu keşfediyordu. Kalplerimizin bu işi mükemmel şekilde yapıyor olmasına karşılık, bunun yaptığı en basit şey olması muhtemeldi. Kalplerimizin, vücudumuzdaki en güçlü manyetik alan olduğunu ve kalplerimiz tarafından üretilen elektromanyetik alanın vücudumuzdan oldukça uzaktaki bir alanı etkileyebildiğini keşfettiler.

Tam olarak bu teoriyi test etmek için bir deney tasarladılar. Yine bir parça insan DNA’sı aldılar, DNA’yı izole ettiler ve deneye katılan bireylerden, daha önce eğitildikleri ve “Eş Fazlı (birbirini tutan)” insan duyguları olarak adlandırdıkları, sevgi, takdir, şefkat, öfke, hiddet, nefret gibi çok net duyguları, kendilerinden istendiğinde hissetmeleri talep edildi. Duyguları hissetmeye eğitilmiş insanlar bunu yaptıklarında, DNA’nın tepki veriş biçimini ölçtüler. Buldukları şuydu: Takdir, sevgi, şefkat ve bağışlama gibi duyguların varlığında DNA olağanüstü düzeyde rahatlıyordu.

Ve tam tersi de doğruydu. Öfke, hiddet, nefret, kıskançlık gibi duygular oluştuğunda DNA küçük bir düğüm gibi sıkışıyordu!

Bu 3 deneyin her biri de kendi başlarına ilginçtir.

Hepsini bir araya getirdiğinizde, ilginçlikten farklı bir boyut gelişir ve bize bir hikaye anlatırlar. Hikaye şuna benzer; İlk deney, Vladimir Poponin’in deneyi, vücutlarımızdaki DNA’nın dünyamız üzerinde direkt bir etkisi vardır der. Dünyamızın oluştuğu fiziksel madde üzerinde, enerjetik seviyede. Son deney gösterir ki; insan duyguları DNA’yı, etrafımızdaki dünya üzerinde etki sahibi olan DNA’yı değiştirme yeteneğine sahiptir. Ve ikinci deney, Amerika Birleşik Devletleri ordusu tarafından gerçekleştirilen deney gösterir ki; ister aynı binada olalım, isterse 643 km uzakta, etki değişmez, aynıdır. Uzay ve zaman tarafından sınırlandırılmış değiliz. Nitekim, deneylerin sonuçları da bunun tam olarak aynısını söylüyor. Sizin ve benim vücutlarımızın içinde, bugün anladığımız anlamıyla fizik kurallarıyla sınırlanmış olmayan bir güç var.

Kadim gelenekler yalnızca bu ilişkiyi tanımakla kalmadılar, bizi bir adım ilerisine davet ettiler ve bunu hayatlarımızda nasıl uygulayacağımızla ilgili kesin talimatlar da bıraktılar. 1980’lerin sonlarında, bir roket firmasında çalışan bir mühendistim. Zaman içinde bu kavramları keşfetmeye başladım ve bir mühendis olarak etrafımda yer alan dünyayı gözleyerek bu bizden önce gelenlerin hikayesini anlamaya çalıştım. Ve bu düşünce beni, dünya üzerindeki en muhteşem yerlere seyahate yöneltti.

Mısır’daki tapınaklardan, Bolivya ve Peru’daki And dağlarına kadar. Hindistan ve Nepal’de, Çin ve Tibet’teki dağlık bölgelere, Güneybatı’da yer alan Amerika çölü boyunca… Dünya ile nasıl bir ilişki içinde olduğumuzu, bu hissetme gücünü, etrafımızdaki dünyanın diliyle konuşan bu gücü nasıl kullanacağımızı anlatan bilgi ve ipuçları aradım.

Bu tam olarak Tibet’teki başkeşişin bize tanımladığı şeydir. Keşiş bize dua edenin tamamen duygulara dayanan bir modundan bahsediyordu. Ve dedi ki duyguları, dua halihazırda kabul edilmiş/cevaplanmış gibi hissetmeliyiz. Ve bu histe, dünyanın bize cevap vermesine izin veren yaradılışın güçleriyle konuşuyoruz. Bu alana izin vermek, kuantum hologramı, Tanrı’nın zihninin, kalplerimizin ta içinde hissettiğimizle cevap vermesidir. Dua etmekten ve yaratılan bir durum içinde güçsüz hissetmekten ziyade, “Sevgili Tanrı’m, lütfen dünyada barış olsun…” demek, bu moddaki bir dua, bizi bu barışın içinde yer alıyormuşuz gibi hissetmeye davet eder.”

1972’de ABD’nin 24 şehri katılımcıların çok belirgin bir biçimde huzur duygusunu hissetmeleri üzerine eğitildikleri bir deneyi gerçekleştirmek üzere seçildi. Katılımcılar gayet stratejik bir şekilde bu şehirlere yerleştirildiler. Her bir şehrin 10 binden fazla popülasyonu vardı. Bütün bunlar, 70’lerin başında yapılan ve çok iyi bilinen bazı TM (Transandantal Meditasyon) çalışmalarında dokümante edilmişti. Olan şey şuydu; katılımcı insanların huzur (barış) duygusu hissettikleri anda etraflarını saran toplulukta, binaların arkasında kendi deneyimlerini yaşarken, toplumdaki suç oranında istatistiksel olarak ölçülebilir bir şekilde azalma tespit edildi. İnsanlara karşı işlenen şiddet suçlarında, trafik kazalarında azalma saptandı. Borsanın bulunduğu Şikago gibi bazı şehirlerde, huzur duygusunun mevcudiyeti esnasında borsa yükseldi. Dualarını durdurduklarında, bütün bu istatistikler tersine döndü. Bunu zaman zaman yinelediler.

Şu anda kesin olarak biliyoruz ki, istatistikçiler, bu tür bir etkiyi yaratmak üzere lazım gelen motive edici başlangıç için gereken insan sayısını tam olarak belirlemeye yetkindirler. Formülü sizlerle paylaşacak ve sonra bu formülün ne anlama geldiğini açıklayacağım. Etki ilk olarak, belirli sayıda insanın katılımı sağlandığında fark edilir. Ve bu sayı, minimum sayı, verilen nüfusun %1’inin kare köküdür (√1%)

Peki, bu ne anlama geliyor? Örneğin 1 milyon nüfuslu bir şehriniz varsa, 1 milyonun %1’ini alırsınız ve sonra da bu çıkan sayının kare kökünü alırsınız. (Hesap makinanızda yapabilirsiniz.) Bu sayı size gereken katılımcı sayısını –etkiyi başlatmak için gereken eşik sayıyı- söyleyecektir. Açıkça görülebileceği gibi, ne kadar çok insan katılırsa, etki o kadar büyük olacaktır. 1 milyonluk bir şehir için bu sayı sadece 100 kadardır. Altı milyar insanın olduğu bir dünyada, verilen nüfusun %1’inin kare kökü yaklaşık 8000 (sekiz bin) kişidir.





Bu zaman zarfında, mesanesinde 7,62 cm çapında kanserli hücre bulunan ve batı tıbbı standartlarına göre operasyon yapılamayacağı teşhisi konan bir kadının iyileştirilmesi ile ilgili video çekimlerini izleme şansına sahip oldum. Bu hanım, son çare olarak Çin, Pekin’de bulunan bir ilaçsız tedavi merkezine gitmiş (Şu anda Çin hükümeti tarafından kapatılmış bulunuyor.- VisualizeDaily.com)

Videoda, kadının bir hastane odasında yattığını görüyoruz. Kendisi tamamen uyanık, tamamen bilinçli, az sonra gerçekleşecek olan işleme inancı tam. Önünde, alt batın (karın) bölgesinde ultrasound çubuğunu çalıştıran bir ultrasound teknisyeni duruyor ve ekranı ayrı bir bölme halinde görebiliyoruz. Ekranın sol el tarafında, referans için zamanı bir anlık dondurdukları bir enstantane gösteriyorlar. Böylelikle, kadının o an içinde bulunduğu durumu görebiliyoruz. Ekranın sağ el tarafında, üç pratisyenin kadının arkasında durduğu gerçek zamanı görebiliyoruz. Kadının vücudundaki enerjiyle ve kendi vücutlarındaki duygularla çalışırlarken.

Monoton bir sesle, içlerindeki duyguların katkısıyla, kadının iyileşmiş olduğu konusunda hem fikir olduklarını söylüyorlar. “Çoktan iyileşti”, “zaten iyileşti”, “oldu”, “iyileşti” … Pratisyenler bu duyguları hissetmeye başladıklarında ve aralarında bu sözcükleri söylemeye devam ederlerken biz de TV ekranında gerçek zamanlı olarak kanserli tümörün 3 dakikadan az bir sure içinde yokoluşunu izledik. Bu durum bir belgeselde normalde günler süren bir gülün açmasını 30 saniye içinde izlemek gibi zamanı hızlandırarak yapılmış bir çekim değildi. Gerçekten 3 dakikadan az bir süre içinde gerçekleşmişti. Kadının vücudu,bu tür duyguları hissedebilmek için eğitilmiş olan pratisyenlerin duygularına karşılık vermişti. Ve onların bütün hissettikleri, gerçekten halihazırda iyileşmiş bir kadının karşısında nasıl hissettikleriydi. Bütünüyle etkin, bütünüyle kapasitif. Onlar kadını hasta olarak görmüyorlardı. “Kötü kanser, yok olmalısın” demiyorlardı.

Bu filmi çeken Luke Chan, ile konuşma şansım oldu. Ve ona bir soru sordum. Dedim ki; “bu 3 pratisyen orada olmasalardı ne olurdu? Bu hanım bunu kendisi yapabilir miydi? Herhangi birimiz bunu kendi kendimize yapabilir miyiz?”
Soruma gülümsedi ve “Greg, büyük bir olasılıkla, bunu kendisi yapabilirdi. Buna rağmen, biz insanlarla ilgili bir şey var; inandığımız ve başarmayı seçtiğimiz şeyler hakkında başkaları tarafından desteklendiğimizde daha güçlendirilmiş ve dayanıklı hissediyor gibiyiz.”

Sevgi ve şükran

"Sevgi ve şükran"

Yakın zamanda bilimadamı Masaru Emoto, tarafından insan duyguları ile su damlaları arasındaki ilişki hakkında yapılmış bir araştırma var. Bu araştırma bu ilişkiyi daha çok gösteriyor. Bu özel araştırma projesi ortaya çıkardı ki; dünyamızın ve vücudumuzun %70’inden fazlasını kaplayan su damlacıkları insan duygularına, ister vücutta hissedilsin isterse içine kondukları şişeye yapıştırılan etikete yazılsın, karşılık veriyor! Hatta araştırmacıların etiketleri yazdıkları ve şişeye yerleştirdikleri andaki duygularına. Daha sonar şişeler belirli bir zaman dilimi için donduruluyor, dondurma işlemi sona erince, çözülmeye başladıklarında, su damlacıkları kristalize oluyorlar. Ve kristaller, duygularla alakalı olarak kendi hikayelerini anlatan işaretler gibiler.

[Su kristallerinin resimleri Dr. Emoto tarafından çekilmiştir.]

Ve bu, her birimizin dahil olma şansına sahip olduğu çok ama çok güzel, çok anlamlı, çok belirgin bir örnektir. Bu; yaradılıştaki, hepimizi birbirine bağlayan alan yoluyla, dünyamızdaki, hayatımızdaki, ailelerimizdeki, toplumumuzdaki ve vücudumuzdaki olaylara, kontrol ve manipule etmek için değil ama katılmak, dahil olmak, yer almak için büyük bir şanstır."


Çeviren: Aylin Okutan